Denis Villeneuve’un distopik filmi Blade Runner 2049, çok uzak olmayan bir gelecekte, genetiğiyle oynanmış taklit insanların hikayesini anlatıyor. Ridley Scott’un 1982 yapımı Blade Runner filminin devamı niteliğindeki film, ilhamını Philip K. Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep? adlı romanından alıyor. Film, büyük bir Chinatown görüntüsüne bürünmüş olan Los Angeles’ta, polis adına çalışan, eski model ve isyankar replicantları bulup, ortadan kaldırmakla görevli olan K’nın (Ryan Gosling) perspektifinden anlatılıyor. Kendisi de bir replicant olan ve insani bazı duygulardan yalıtılmış olduğu düşünülen K, son görevinde replicantların kaderini derinden etkileyebilecek bir sırra ortak olur. Bu gizemin peşinden gitmeye başladığında, replicantlara ve kendisine dair ontolojik sorgulamalara girişir.
Film, yapay zekanın geleceğine, duyguların ve anıların otantikliğine, taklit insanlarla normal insanların oluşturduğu bir toplumdaki kast ilişkilerine ve bu ilişkilerin sürdürülebilirliğine ve daha genel olarak insanı insan yapan şeyin ne olduğuna dair bazı felsefi soruların etrafında gelişiyor. Bu sorular, 1982 yapımı orijinal filmin de temel meseleleriydi. 2049, bu bakımdan çok yeni bir şey söylemese de, insan ile taklitleri arasındaki sınırın geçirgenliğini izleyiciye yeniden sorgulatıyor. Bununla birlikte, K’nın nezdinde, hayatta bir anlam bulmanın “özel” olmakla ilişkisi üzerine, kendini bir anda, ezilen bir halkın “kurtarıcısı” kimliğinde bulmanın duygusal hali üzerine bazı yeni sorular da açığa çıkıyor.
Blade Runner 2049, bir ölçüde orijinal Blade Runner’ın izinden giden, aynı temaların etrafında dönen, ama asıl filmin gizemlerine yanıt vermeyi hedeflemeyen bir film. Ridley Scott’un Blade Runner’ının yarattığı etki büyük ölçüde verdiği cevaplardan ziyade sorduğu sorulara dayandığı için, 2049’un açıklayıcı bir güzergah izlememesi yerinde olmuş. Ama yine de 2049’un, orijinal filmin gölgesinde kaldığını düşündüm. 2049, orijinalin tematik derinliğini daha fazla kazamayan, film bittikten sonra etkisi çabuk geçen, filmin sorularını anaakımlaştırmaya ve seyircinin elinden tutmaya aşırı çaba gösteren bir yapım.
Film görsellik olarak müthiş. İç ve dış mekanların birbirine kontrast oluşturacak şekilde kurgulanması ayrıca hoşuma gitti. Ryan Gosling’ı başrolde sevemedim. K’nın iç dünyasında beliren sorgulamaları ekrana iyi yansıtamadığını, ciddi durmaya çalışırken sürekli bir kahkahayı ya da osuruğu tutmaya çalıştığını düşündüm. Deckard rolündeki Harrison Ford tamamen ruhsuz, emekliye ayrılmaya direnen bir performans sergiliyor. Hepimizin aşık olduğu Ana de Armas (Joi) bence ekibin en iyisi.