Londra’da yolunda gitmeyen bir cinayetin ardından, cinayetin iki tetikçisi saklanmaları için Belçika’nın Bruges şehrine gönderilir. Martin McDonagh imzalı film, bu küçük fakat tarihi ve güzel kentte kendilerini bulan iki tetikçinin arasındaki ilişkiye mizahi bir gözle bakıyor. Filmde, tetikçilerden biri, Ray (Colin Farrell), genç, tecrübesiz, çocuksu fakat taşralı ve patlamaya hazır biriyken; diğeri, Ken (Brendan Gleeson) tecrübeli, orta yaşlı bir centilmen ve baba figürü olarak canlandırılmış.
Film berbat. Hikaye açısından, işleniş açısından, mesaj açısından ve oyunculuk açısından berbat. Yönetmen McDonagh, açıkça izleyiciye rahatsızlık vermek istiyor. Bunun için de, siyasi doğruculuğun tersi olan ne varsa yapıyor. Cüceler, şişmanlar, siyahlar vesaire bu ofansiften payını alıyor. Bu tür, ilk akla gelen örnekler üzerinden ana akım doğruculuğa saldırmanın zamanı geçti. Rahatsız edici değil, yeni değil, komik de değil. Hadi yaptın, seyirciye çok radikal olduğunu falan belli ettin, bari 100 defa aynı şeyi tekrarlama.
Ahlaki ve siyasi olarak hassas bir halatın üstünde yürürken dram ve komediyle jonglörlük yapmak ister istemez Tarantino sinemasını hatırlatıyor. Bu film Tarantino’nun ancak kötü bir taklidi.
In Bruges’de, katilin çocuksuluğuna sempati duymalıyız, mafyanın insani yönleri olan ahlakını beğenmeliyiz gibi bir anlam çıkarabilirsiniz. Bunların, yönetmenin ana akım suç dramasının araçlarını ters yüz etmesi olduğunu da ileri sürebilirsiniz. Fakat her ikisi için de karakterlerin ve ilişkilerin gerçekliğine dair bazı verilere ihtiyacımız var. Ray’in çocuksuluğu zerre inandırıcı değil, Ray’in Bruges’te tanıştığı flörtü Chloe (Clemence Poesy) arasındaki çekim sıfır. Brendan Gleeson’ın görece başarıyla canlandırdığı Ken hariç, “Aa evet böyle bir insan vardır gerçekten.” diyebileceğim ve kaderini/öyküsünü umursayacağım bir karakter yok.
Espriler sikko, karakterler ham, hikaye sıkıcı.