2019’un en iyi filmleri: Listenin hası

2019 yılında sinemada ön plana çıkanlara bir bakış ve filmler ortamlara geç düştüğü için geciken bir favoriler listesi.

Portrait of a Lady on Fire

2019 sinema açısından oldukça renkli geçti. Birkaç yıldır ön plana çıkan tartışmaların olgunlaştığını, özgün tarzlarını oluşturan genç yönetmenlerin iddialı yapımlarla ön plana çıktığını, yaşlıların da sinema geçmişlerini süzgeçten geçiren retrospektif işlere imza attığını görüyoruz.

Tematik olarak, sınıfsal eşitsizliklerin her zamankinden daha merkezi bir noktaya taşındığını söyleyebiliriz. En iyi film Oscar’ını da kapan Parasite bu temanın en bariz temsilcisi olsa da, 2019’da sahne alan birçok filmde kapitalist toplumun farklı düzeylerde ve farklı açılardan eleştirilere tabi tutulduğu malum. Parasite, Atlantics ve bir ölçüde Knives Out burjuvazi ve alt sınıflar arasındaki klasik çatışmaya yönelirken, Uncut Gems küresel kapitalizmin arabulucularının karakter analizini üstleniyor. Farklı bir damarda, Joker ve Us, toplumsal eşitsizliklerin yol açtığı bir anarşi ve hesaplaşma zamanının belki de yaklaşmakta olduğunu bize hatırlatıyor. The Last Black Man in San Francisco, “küresel şehirlerde” hızla büyüyen kentsel eşitsizliklerin marjinalleştirilmiş nüfusa etkilerini ekrana taşırken, Ad Astra gelecekte dünya ötesine yayılan kapitalizm üzerine kafa yoruyor.

Dünya çapında feminist hareketin gelişimi, kadınlara yönelik sistematik eşitsizlere ve cinsiyetçiliğe karşı yaygın bir tepkinin örgütlenebilmesi sinemada da kendisini gösteriyor. Kadın yönetmenlerin eserlerinin daha görünür olduğuna, kadınlık deneyimlerinin farklı yönlerden irdelendiğine, gündelik yaşamdaki cinsiyetçiliğin teşhirini ve analizini üstlenen kaliteli filmlerin çoğaldığına tanıklık ediyoruz. Bu politik dalga, şu ana dek Türkiye sinemasını teğet geçti. Şenay Aydemir bu konu üzerine Gazete Duvar’da ve başka yerlerde bolca yazıyor. Bir söyleşisinde şöyle diyor:

Türkiye sineması, taşralı erkeğin dertlerinden, erkek çocuklarının babalarıyla olan sorunlarından, köy ve kasaba buhranlarından bir türlü kurtulamıyor.

Elbette bu sorunun arkasında yalnızca yönetmenlerin konu tercihi değil, kimin yönetmeye layık görüldüğü, kimin popüler olabildiği, hangi konuların tartışmaya değer addedildiğine dair hakim yargılar ve çıkarlar var.

Dünya sinemasında cinsiyet eşitsizliğinin tarihine, dışlanan kadınların ve LGBTlerin hikayelerine dair daha yoğun ve daha derinlikli bir tartışma sürüyor. Pain and Glory, gay bir erkeğin yitirdiği arzusunun peşinden bizi bir yolculuğa çıkarırken, Portrait of a Lady on Fire iki kadının birbirlerine olan arzularını keşfetmelerine odaklanıyor. Tıpkı Portrait gibi, Invisible Life ve Little Women da, farklı tarihsel dönemlerde ve coğrafyalarda, ataerkinin kadınlara ödettiği bedellerin bir hesabını çıkarmaya ve ataerkiye karşı kadınların dayanışmalarını ekrana taşımaya çalışıyor.

Bir kadın ve bir erkeğin romantik ilişkisindeki dayanışmacı olan ve iletişim üzerine kurulu dinamikler Marriage Story’de mercek altına yatırılıyor. Sorunlu bir iletişime ve kadın tarafını sınırlayan sinsi ve normalleştirilmeye çabalanan bir eşitsizliğe dayanan bir başka romantik ilişki The Souvenir’in konusunu oluşturuyor. The Lighthouse iki erkek arasındaki yoldaşlık ve düşmanlık arasında değişen bir ilişkiye odaklanırken, Booksmart iki genç kadının, yanlış anlaşılmaları aşarak dostluklarını koruma çabasını anlatıyor.

Kariyerlerinin görece başındaki genç yönetmenlerden Safdie kardeşler Uncut Gems ile, Kantemir Balagov ise Beanpole ile özgün tarzlarını olgun eserlerle ifade ediyorlar. Deneyimli yönetmenlerden Pedro Almodovar, Pain and Glory filmiyle kendi hayatını ve sinemayla olan ilişkisini süzgeçten geçirken, Scorsese, The Irishman ile oluşumunda belirleyici olduğu bir akımın kapanış konuşmasını yapıyor (En azından kendi kariyeri bakımından).

Yeni yönetmenlerin yanı sıra, bazı yetenekli genç oyuncuların güçlü yapımlarda peş peşe kendilerini gösterdiklerini görüyoruz. Benim radarıma Park Chan-wook’un yönettiği The Little Drummer Girl mini dizisiyle giren Florence Pugh özellikle göz kamaştırıcı bir performans sergiliyor. Pugh, Little Women’da olduğu gibi Ari Aster’in Midsommar filminde de içerisinde bulunduğu kadronun öne çıkan yıldızı oldu. Kendisinin az bilinen, gitarla çalıp söylediği şarkılarını yüklediği bir YouTube kanalı var. Tatlı.

İlk defa (niye izlediğimi benim de bilmediğim) Girls dizisinde ve Inside Llewyn Davis filminde karşıma çıkan Adam Driver, Star Wars serisiyle popülerliğini katmerlerken, Marriage Story ve The Report gibi işlerle indie sinemanın da aranan yüzlerinden biri haline geliyor. Mad Men’den tanıdığımız Elisabeth Moss, Us, The Handmaid’s Tale ve son olarak The Invisible Man’de boy gösterirken, Us’ın başrolündeki Lupita Nyong’o, Little Monsters gibi yapımlarla yeteneklerini sergiliyor.

2019 sinemasına dair genel değerlendirmem bu kadar. Şimdi sabırsızlıkla beklediğiniz listeye geçebiliriz. Ama önce birkaç uyarı. Yaklaşık 1 yıl önce yazdığım ve ülke sathında büyük yankı uyandıran 2000lerin en iyi 20 filmi: Tartışma götürmez bir liste yazımda izlediğim kriterler bu yazı için de geçerli: Animasyonlar, belgeseller, kısa filmler ve Türkiye menşeli olan filmler liste dışı. Sitenin filmler sayfasında burada listelenen her filmin daha uzun tanıtımını ve eleştirisini yapıyorum. Listede her başlığın altındaki linklerden bu yazılara ulaşabilirsiniz. Bu yazıda daha çok seçilen filmin neden seçildiğini açıklamak, bu filmleri ön plana çıkaran bazı niteliklerin altını çizmek istiyorum.

İşte o liste:

The Last Black Man in San Francisco filminden bir sahne
Jimmie Fails ve Jonathan Majors • The Last Black Man in San Francisco, Joe Talbot, 2019

10. The Last Black Man in San Francisco

The Last Black Man, bir yanda mutenalaştırma, kentsel eşitsizlik ve sınıf ve ırk ekseninde dışlanmayı, diğer yanda genç bir erkeğin aidiyet arayışını anlatıyor. Sanırım yönetmen Joe Talbot’un bu filmdeki önemli başarısı, büyük çaplı ve yapısal bir süreçle kişisel bir hikayeyi bu denli pürüzsüz biçimde buluşturabilmesi. Wes Anderson’un sinematografik paletini andıran, dinamik ve eğlenceli bir çekim tekniği benimsenmiş. Kamera zaman zaman izolasyonu ve yalnızlığı, zaman zaman da dostluğun ve dayanışmanın coşkusunu başarıyla yakalıyor. Daha kapsamlı eleştiri için link

Ad Astra filminden bir sahne
Brad Pitt • Ad Astra, James Gray, 2019

9. Ad Astra

Ad Astra, pıtrak gibi türeyen ünlü aktörlü uzay filmlerinden ilk bakışta kolay ayrıştırılamayabilir. Sonuçta başrolünde Brad Pitt’in olduğu, büyük bütçeli (fakat iyi bir hasılat elde edememiş) bir film. Fakat Ad Astra’yı yakın zamandaki benzerlerinden farklı kılan birkaç unsurdan bahsedilebilir. Ad Astra uzayda geçen ama uzay hakkında olmayan bir film. Astrofizik dersi alırmışçasına izlediğimiz Interstellar (2014) gibi filmlerin aksine, Ad Astra kara deliklerin özellikleriyle başınızı döndürmeye çalışmıyor. Ad Astra’nın derdi üzerinde yaşadığımız dünyayla. İnsanlığın gezegen dışı yerleşkelerle kendi sınırlarını aşmasını ve insan iradesinin zaferini anlatan filmlerin (misal The Martian) aksine, Ad Astra uzayın kapitalist yayılmacılık ve sömürü için yeni kaynaklar anlamına gelebileceğinden, bu dünyanın rekabetini ve savaşlarını uzaya taşıma ihtimalinden bahsediyor. Claire Denis’in High Life filmiyle de yapmaya çalıştığı gibi, uzaya dair yaygın ve iyi gerekçelendirilmemiş bu iyimserliğe karşı duruş bence çok yerinde. Daha kapsamlı eleştiri için link

Invisible Life filminden bir sahne
Julia Stockler ve Carol Duarte • Invisible Life, Karim Ainouz, 2019

8. Invisible Life

Ataerkinin gündelik tezahürlerine tavizsiz bir perspektifle bakan bir film. Karim Ainouz, 1950’lerin Brezilyasında aile, koca, sevgili, devlet tarafından bastırılmaya ve susturulmaya çalışılan kadınların hikayesini ekrana taşıyor. “Sıradan” toksik erkekliğin parçaladığı hayatlar ve kadınların dayanışma ve hafıza ile devam etme irade üzerine etkileyici bir yapım. Daha kapsamlı eleştiri için link

Marriage Story filminden bir sahne
Scarlett Johansson ve Adam Driver • Marriage Story, Noah Baumbach, 2019

7. Marriage Story

İki idealist sanatçının ayrılık sürecine eğilen, çiftlerin çatışma ve uzlaşma zeminlerine, iletişimlerinin bozulmasına ve yeniden kurulmasına bakan bir film. Marriage Story, kötü ya da hatalı tarafın belirgin olmadığı, bunun yerine farklı ve karşılanamayan beklentilerin olduğu bir ilişkiyi mercek altına yatırıyor. Hem oldukça kişisel ve yönetmenin kendi hayatından ilham alan, hem de kadın-erkek ilişkilerindeki genellenebilir anlaşmazlıkları belgeleyen film, biten bir ilişkide arkadaşlığı ve diyalogu kurmanın yollarını araştırıyor. Evlilik olmuyorsa, ayrılık güzel bir şey olabilir. Daha kapsamlı eleştiri için link

Parasite filminden bir sahne
Kang-ho Song • Parasite, Bong Joon-ho, 2019

6. Parasite

Favori yönetmenim Bong Joon-ho’nun son filmi. Batı ana akım medyasının Bong Joon-ho sinemasını keşfetmesi ve filmin güncel sosyo-politik durumla örtüşmesi üzerine En İyi Film Oscar’ını kaptı, iyi de oldu. Bong Joon-ho’nun The Host, Mother, Memories of Murder gibi filmleriyle aynı kalibrede olmasa da, “ezilenlerin düşmanlarını kendi saflarında bulduğu” gibi önemli gözlemleri içeren, Joon-ho’nun yine janralar arasında mekik dokuduğu sınıf savaşı hikayesi.

The Irishman filminden bir sahne
Robert De Niro ve Al Pacino • The Irishman, Martin Scorsese, 2019

5. The Irishman

Scorsese’nin kendi kariyerini özet geçtiği ve sinemasına damga vuran iki tema olan suç ve dini inancı sentezlemeye çabaladığı son yıllardaki en başarılı filmi. Amerikan yakın tarihinde organize suçun konumu ve organizasyonun birey iradesi üzerindeki hakimiyeti filmin temel konularından. Scorsese, bireyin değişme kapasitesi, suçun sorumluluğunun kime ait olduğu, tarihi derinden etkileyen bu tetikçilerin neden pasif hissettikleri ve pişmanlık duymadıkları üzerine zor sorular soruyor. Joe Pesci filmin gerçekten de kalbini oluşturuyor. Alışılanın tersine durgun ve oturaklı bir karakteri canlandıran Pesci, Scorsese’nin sinemasında da yeni bir olgunluk çağını, cevap bulunamayan sorulara dair bir kabullenmişliği ve sessizliği temsil eder gibi. Daha kapsamlı eleştiri için link

Pain and Glory filminden bir sahne
Cesar Vicente ve Asier Flores • Pain and Glory, Pedro Almodovar, 2019

4. Pain and Glory

Almodovar’ın sanatını, cinselliğini ve bu ikisi arasındaki köprüyü oluşturan arzusunu irdelediği filmi. Antonio Banderas’ın acayip başarılı oyunculuğuyla, Pain & Glory depresif bir yönetmenin hayatından enstantaneleri ekrana taşıyor. Yönetmenin görüp geçirdiklerinin hepsi tatlı şeyler değil. Annesiyle, aşklarıyla, arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde kapanmamış yaralar var. Fakat bu geçmişe acı bir ifadeyle bakarken, Almodovar, anılara değerli ve kırılgan şeylermişçesine yaklaşmayı eksik etmiyor. Bu yaklaşım geçmişe geri dönme isteğini uyandırmıyor. Bunun yerine yönetmen, anılarının peşine düşerek, zaman içinde yitirdiği bazı hisleri bugüne çağırmak istiyor. Yaşama bağlılık ve sanat, yitirilen arzunun kökenlerini yeniden keşfetmeyi gerektiriyor. Daha kapsamlı eleştiri için link

Uncut Gems filminden bir sahne
Adam Sandler • Uncut Gems, Benny Safdie ve Josh Safdie, 2019

3. Uncut Gems

Benny ve Josh Safdie’nin panik atak havasında geçen, Adam Sandler’ın en iyi oyunculuğunu sergilediği bambaşka ve leziz filmi. Kapitalizme özgü bir risk ve kazanma hırsının vücut bulduğu mücevheratçı Howard Ratner’in soluk aldırmayan hikayesi. Filmin yaklaşık 10 dakika boyunca dinmeyen yüksek bir uğultuyla başlaması, Safdie kardeşlerin cüretkarlık ve tavizsizlik konusunda koydukları çıtanın yüksekliğini hemen belli ediyor. Seyircinin duyularını alabildiğine zorlayan ve sevilmeyecek bir adamı ona sevdiren ustalıkla yönetilmiş bir film. Daha kapsamlı eleştiri için link

Portrait of a Lady on Fire filminden bir sahne
Noemie Merlant, Adele Haenel ve Luana Bajrami • Portrait of a Lady on Fire, Celine Sciamma, 2019

2. Portrait of a Lady on Fire

Günümüzün feminist karşı-kültürünün manifestosu olabilecek film, yalnızca bir lezbiyen romantizm hikayesi değil. Bunun yanında kadınların “pasif direnişine”, iktidarsız ilişkilenmenin imkanlarına, bakmaya, bakılmaya ve özne olmaya dair sağlam bir felsefi arkaplanı ve net bir politik duruşu içeren güçlü bir yapım. Daha kapsamlı eleştiri için link

Beanpole filminden bir sahne
Viktoria Miroshnichenko ve Vasilisa Perelygina • Beanpole, Kantemir Balagov, 2019

1. Beanpole

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Rusya’da iki kadının travma ve kayıpla baş etme ve hayatta kalabilme mücadelesi. Yönetmen Kantemir Balagov, filmin can alıcı malzemelerini bu iki kadının ilişkisinde buluyor. Bu ilişkinin dinamikleri, sevgi ve dayanışmadan, tehdit ve sömürüye uzanan bir yelpazede uzanıyor. Savaş sonrası delilik ve hayata tutunma savaşının derinlikli bir sentezi üzerine, iz bırakan bir film. Daha kapsamlı eleştiri için link

Sinemap Bülteni

Sinemap’ın haftalık bültenine abone olmak için emailinizi girin.